Rasim Ozan Kütahyalı


Yayın Tarihi:

20 Şubat 2021 Cumartesi 08:00:00

Emin Saraç Hoca'nın vefat haberinin düşündürdükleri

Emin Saraç Hoca'nın vefat haberinin düşündürdükleri

Türk edebiyatının yaşayan en büyük şairi İsmet Özel'in bir dizesinde dediği gibi

"Ölümler ölümlere ulanmakta ustadır"

*

Ben bu yazıda Kadir Topbaş'ın hemen ardından geçtiğimiz haftaiçi kaybettiğimiz psikoloji profesörü Doğan Cüceloğlu'na dair bir yazı kaleme almayı düşünüyordum. Kamuoyunun hiç tanımadığı ve bilmediği bir Cüceloğlu var çünkü. O yazıyı da bu köşede yayınlayacağım inşallah.

*

Dün yani cuma gecesi Türkiye'nin yaşayan en önemli İslam alimlerinden Mehmet Emin Saraç Hoca'yı kaybettik. Ne tesadüftür ki demin referans verdiğim büyük şair İsmet Özel'in köşe yazılarının derlenerek kitaplaşması işini de ilk kez 1986 senesinde yani tam 35 sene önce Risale Yayınlarıyla, Fatih ve Yekta Saraç kardeşler yapmıştı. Emin Saraç Hoca'nın iki oğlu...

*

Dün gece bu üzücü haberi duyunca hemen YÖK Başkanı Yekta Saraç'ı aradım. Fatih Saraç da hemen yanındaydı. Kimseyle konuşacak halde olmadığından telefonunu kapatmıştı Fatih Saraç. Yekta Hoca'nın ise üzüntüsü sesine yansıyordu. Cemal Süreya'nın dediği gibi her ölüm erken ölümdür. Vefat eden kaç yaşında olursa olsun...

*

İslam alimi Emin Saraç Hoca ile eşinin koronavirüse yakalandığını Kasım 2020'de ilk kez kamuoyuna ben duyurmuştum. Bu haber her medya organında benim twitlerimle haber olmuştu.

*

Fakat yine de bu vefat benim için üzücü olduğu kadar da şaşırtıcı oldu. Çünkü ben Emin Hoca'nın tıpkı çocukları ve gelinleri gibi koronavirüs belasını mağlup ettiği kanaatindeydim.

*

Emin Saraç Hoca'nın büyük oğlu işadamı Fatih Saraç ve tüm ailesi de koronavirüse yakalanmıştı. YÖK Başkanı Yekta Saraç Hoca'nın eşi ve çocukları da aynı şekilde. Ama hepsi birden bu musibeti yendiler.

*

Bir tek maalesef Emin Saraç Hoca'nın çok yaşlı bedeni bu virüse dayanamadı. Hakikaten cilt cilt romanı yazılacak bir uzun hayatın sonunda Emin Saraç'ı kaybettik.

*

Emin Saraç ile ilgili tüm yayın organlarında aynı klişelerle aynı hayat hikayesi yayınlandı bu vefat haberi ortaya çıktığında.

*

Ben bugün siz okurlarıma kendi diliyle kendini anlatan Emin Saraç'ı aktaracağım. Biri 1988'de öbürü 1999'da yapılmış iki söyleşisinden alıntılarla kendi hayatına dair anıları okuyacaksınız.

*

Kendi adıma tek yorum yapmak istiyorum... Hem kendisi hem babası hem dedesi hem kayınpederi sadece Kur'an okuttuğu için zulüm görmüş bir insan Emin Saraç. O dönem bu sebeple zulüm görmüş binlerce insanımız gibi.

*

Elbette ülkemizdeki ceberut devlet geleneğinden sadece dindarlar zarar görmedi. Kimi okurlarımın itiraz ettiğini duyar gibiyim. Şüphesiz Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler ve solcular da bu ülkede çok zulüm gördü. İşte daha dün sokak ortasında katledilen solcu gençlik önderlerinden Ulaş Bardakçı'nın ölüm yıldönümüydü. 1971'de 9 Mart askeri darbe ortamının yaratılması için önce şiddete itilen sonra da 12 Mart cuntası tarafından katledilen gençler...

*

Hangi kimlikten gelirse gelsin bu ülkede bu sebepten ötürü zulüm gören herkesin duygularını anlamamız gerekir. Hep birlikte, vakti geldiğinde herkesi ezmiş bu totaliter zihniyet geleneğiyle mücadele etmemiz gerekir. Kendi adıma bunu hakkıyla yapamadığımı düşünüyorum. Bu hislerle yeniden Emin Saraç Hoca'yı saygıyla anıyorum. Allah rahmet eylesin. Sizleri o bahsettiğim iki söyleşinin kolajıyla baş başa bırakıyorum. Her iki söyleşi de Altınoluk dergisi arşivinden...

*

1988 söyleşisinden...

...Büyük Ali Haydar Efendi, Küçük Ali Haydar Efendi. Büyüklük, küçüklük yaş itibarıyladır. Yoksa her ikisi de fakihtir. Her ikisi de okumak için Erzurum'a inmişler.

Küçük Ali Haydar Efendi fakih bir insan. Müthiş bir zekası var. O yaşta alır meseleleri, saatlerce konuşur. 100 yaşını geçkin vefat etti. Hocamızdı. Kendisinden çok dersler okudum. Bana Şifay-ı Şerifi ilk defa okutan odur. Şifay-ı Şerifi okuturken hem ağlar, hem ağlatır.

Dört Nakşi kolu

Ali Haydar Efendi'nin aynı zamanda şeyhliği vardır. İstanbul'da Nakşiler dört koldadır. Biri Mustafa İsmet Efendi, ikincisi Ahmed Ervadi, üçüncüsü Es'ad Erbilî Efendi, dördüncüsü de Abdülhakim Efendidir ki son defa o gelmiştir. Ali Haydar Efendi Yahyalı Mustafa İsmet Efendi'nin Halifesi sayılır. Mustafa İsmet Efendi çok feyizli bir zatmış. 60 kadar halifesi vardır. Bir tanesi de Bahrullah Efendidir ki Erbaa'ya göndermiştir. Babam, dedem Bahrullah Efendiye intisab etmişlerdir. Ali Haydar Efendi o tekkenin şeyhiydi.

- Diğer hocalarınız kimlerdi efendim...

- Ömer Efendi, sonra Gümülcineli Mustafa Efendi, Hüsrev Efendi, hepsini hatırlarım. Ömer Efendi ile iki senede Telhisi ancak bitirebilmiştik. Nahiv okuduk. Bir kere eskiler Telhisi ezberlemeyi itiyat edinmişlerdi. Onun için Ömer Efendi, bize dersi ezbere Takrir ederdi. Bir gün evvelki dersi takrir eder, gelecek dersi izah eder, ondan sonra derse girerdi.

Yedi gün ders

Mustafa Efendi'den daha çok okuduk. O kadar ısrarlı idi ki Mustafa Efendi, haftanın yedi günü bizlerle meşgul olurdu. 7 gün, altı gün değil. Onun için ben dersi 7 gün takib ederim. En güzel şey her gün ders okumaktır. Bana manzum olarak bir nasihatleri var. Ondan bazı beyitler sizlere okumak isterim:

Gönül! gel talib-i dîdar-ı cemal-i seyyid-i ebrar olalım

Reh-i pâk-i Ahmed-i Muhtara kurban olalım

Tenvir eyleyelim dil-i muzlim-i biçaremizi

İnkilab ve fesat âlemindir bâkî-i nâm olalım

Sûret u zîbâyı cihana aldanmayarak

Mekteb-i ilmi ledünden nûşi ab-ı zülâl olalım

Terk idelim du cihanı taliplerine

Bizler tâlib-i dîdâr-ı cemal-i Yar olalım

Gidelim kûy-i mahbûbi Hûdaya essalat diyerek

Gubâr-ı pâyine yüzler sürerek dil-şad olalım

Yek zerre-i hâki kadem Hazreti akdesine

Sad hezâr canlar feda ederek zevk ile seyrab olalım

Recep 1304 Gümülcineli Mustafa Asım Efendi

Piyale Paşa'da bir cuma saati

Cuma günleri Mustafa Efendi ile camilere giderdik, yürüyerek. Her cuma bir camiye. Bir gün dedi ki, biraz uzakça, ama yürüyerek gideceğiz. Nereye? Kitaplarda okumuş, gidip de gördüğünden değil. Zaten hiçbir vasıtaya binmez. Gümülcine'den gelmiş, Üsküdar'a geçmemiştir hiç. Fatih'ten çıkmamıştır, iki defa Fatih kütüphanesini devretmiştir. Bilmediği fen yoktur. Kendisine ayaklı kütüphane denirdi. Neyse, Piyale Paşa'ya yürüyerek gittik. Yol boyunca arapça türkçe beyitler okuyor, izah ediyor. Bana da okutturuyor. Vardık ki, caminin içerisine keçiler dolmuş. Cami perişan. Ondan sonra yakında yetişecek cami de yok. Çok çok üzüldük.

O zaman felaket bir devirdi. Ezan okuyamıyorsun, Kur'an okuyamıyorsun. Suç. Şu devirde çok fırsat var, ama değerlendiremiyoruz. Zulmet şiddetini kaybetti ama millette bir şey kalmadı. Babamız, bizi gece yarısı kaldırır, ders okuturdu. Gizli gizli. Hapse götürdüler, geldi yine okuttu. Şimdi bizde o azimet var mı?

Emin Hoca, sonra Hüsrev Efendi'yi anlatıyor.

Tirmizi hatmi

- Hüsrev Efendi ile bir keresinde Tirmizi'ye başlamıştık. İzmir'den bir arkadaşı geldi. Hoca'nın sırtında çizgili bir pardesü var. Ancak pardesünün arkasında kocaman bir yama. Arkadaşı, kendisine herhangi bir yardım bulunmak isteğini bildiriyor. Hüsrev Hoca, "Peki, diyor, ancak şahsıma bir yardım istemem."

Git, bana şu kadar takım Tirmizi al. 15-20 takım. "Tirmizi"ler geliyor. Onları öğrencilerine dağıtıyor. Bir tanesini de benim için ayırıyor. "Bunun sahibi var" diyerek. O nüsha hala bendedir. Saklarım. Allah nasib etti, Mısır'a gittik geldik ve talebelerle Tirmizi'yi hatmettik. Hüsrev Hoca daima bizlere söylerdi: Hadis ve Fıkıhı ihmal etmeyeceksin. Bu iki ilmi birbirinden ayırmayacaksın. Hüsrev Hoca'nın resmini bulup basın. Hoca siması görsün bu millet. Hoca siması da kalmadı. Hoca siması unutuldu bizim neslimizde.

Ali Haydar Efendi'nin teşviki ile Mısır'a gittim. "Bu iş burada tamamlanmaz, git orada tamamla gel demişti." Orada, Zahid Efendi, Mustafa Sabri Efendiden dersler gördük.

Emin Hoca Efendi, "Ben, diyor, öteden beri hocaların yanına gitmeye çalışırım. Yaşlı insanlarla oturmaktan hoşlanırım." Şimdi Hoca Efendi, Fatih Camiinin geçmişe hasretle bakan sinesinde, bir ilim merkezi olarak, gençlere bir rehber olarak güzel hocalarının geleneğini sürdürmeye devam ediyor. Allah kendilerinden razı, olsun, sa'ylerini meşkur eylesin. Amin.

*

1999 söyleşisinden...

Hocam zat-ı âlinizin hem ilmi hayatınız hem de aile çevreniz dolayısıyla Sami Efendi'yle, yakında kaybettiğimiz Musa Efendi ve özellikle Abdurrahman Hocaefendi ile teşrik-i mesaileriniz olurdu. Onların sizi etkileyen yönleri, hususiyetleri, hatıralarıyla ilgili bir sohbet yapmayı arzu ettik. Fakat önce ilim yolculuğunuzdan şöyle bir başlasak olur mu?

1943'de İstanbul'a geldim. Babam bizi Çarşambalı Şeyh Ali Haydar Efendi'ye göndermişti.

Siz o zaman kaç yaşındaydınız?

Orası kalsın ama hafızlığımı bitirmiştim. Babamız bizi yani dört erkek bir de kız kardeşimizi öyle karanlık bir devirde hafız yaptı ki gayreti takdire değer. Babam, dedem Nakşi tarikatından Ali Haydar Efendi'nin şeyhi İsmet Efendi'nin Erbaa'daki hulefasından Bahrullah Efendi'ye müntesiplerdi. Dedem müderrislerdendi. Dedemin vefatı da ayrı bir hengâmedir, onunla ilgili de bir-iki şey söyleyelim. Menemen hadisesi sırasında Türkiye'nin neresinde meşayihten bir zat varsa hapse atılmıştır. Mürettep bir hadise olduğu için bütün din adımları tehdit edilmiştir. Ahh... Çok hazin hikâyedir o tarafı. Babam da dedem de Menemen hadisesinde suçlanan zatları tanımadıkları, ilgileri olmadığı halde yine de 6'şar ay hüküm giymişlerdi. Hâkimin sonradan ifade ettiğine göre bu hüküm onların Çorum'daki İstiklal Mahkemesi'ne gitmelerine engel olmuş. Dedem o üzüntüyle hapisten çıktıktan 3 ay sonra vefat etti.

Bizim evimiz tam bir Kur'ân medresesi idi. Babam teheccüde kalkmanın bereketiyle soğuk kış gecelerinde dahi bütün aile efradını kaldırır, hepimize şefkatle davranır, o teheccüdünü kılarken biz abdestlerimizi alırız, sonra ders başlardı. Yazları evimizin arkasındaki bahçede Kur'ân okuruz. Ortalık aydınlanırken bizim de gönlümüz aydınlanırdı. Seher vakitlerinden güneş doğuncaya kadar bütün aile Kur'ân ile meşgul olurdu. Bir takım maddi sıkıntılar içinde yaşıyorduk fakat huzurluyduk.

İstanbul'da bizleri bazen Ali Haydar Efendi bazen de Fatih Camii Baş İmamı Ömer Efendi okuturdu. Ömer Efendi de Kelâmî Dergâhı müntesiplerindendi. Hatta 1944 veya 45 senelerinde Sami Efendi'yi onun evinde görmüştüm; zayıfça, vakur, güzel simalı, siyah sakallı bir zattı. Adetleri üzere koltuğa hep diz üstü otururlardı. Ömer Efendi gayet celâlli, Hz. Ömer (r.a) meşrepli bir zat olmasına rağmen Sami Efendi'ye gayet müeddebâne bir şekilde davranırdı. Halbuki Ömer Efendi oldukça yaşlı, Sami Efendi ona göre genç bir kimseydi.

Ali Haydar Efendi ile Ömer Efendi'den başka Gümülcineli Mustafa Efendi, Muhaddis İbrahim Efendi gibi zatlardan da ders okumaya devam ediyorduk.

Derslerinizi camide mi okuyordunuz efendim?

Fatih Camii'nde de evlerde de okuyorduk. Fakat hepsi gizlice oluyordu. Aşikâr olarak okumamız ne mümkün. Bir müddet de Silistreli Süleyman Efendi'den okudum. Onu hayırla yâd etmek lâzım, çünkü mürtedlere karşı çok gayzı vardı. Gayret-i diniyyesine şehadet ederiz.

Bu tedrisat ne kadar devam etti hocam?

8 sene devam etti. Ali Haydar Efendi'nin teşviki ile Mısır'a gidinceye kadar. Kendisi Şifa-yı Şerif'in zevkini bana aşılayan insandır. Ondan Şerh-i Akâid, Usulu fıkıh, Mirat okudum. Meclisi dersten ibaretti; her an istifade edilirdi, müstesna bir insandı. (Emin Saraç Hocaefendi bu sırada kalkıyor "Size Ali Haydar Efendinin nasıl çalışkan bir insan olduğunu göstermek istiyorum" diyor ve Dürer kitabının yanına Ali Haydar Efendi'nin el yazısıyla aldığı son derece güzel bir hatla yazılmış Osmanlıca notlarını gösteriyor.) Şifa-yı Şerif'i okurken gözlerinden yaşlar nasıl süzülürdü bir görseniz. Hem ders mütalaası hem de maneviyat dersleriyle mezcedilmişti.

Sami Efendi Hazretleri kendisini ziyarete Çarşamba'ya geldikleri zaman ne kadar sevinçle karşılardı. İhtiram, muhabbet o kadar olurdu. Oturacağı yerleri düzeltir, hazırlanırdı. Kayınpederime de söylemiş ayrıca vasiyet de etmiştir; "Vefatımdan sonra evlatlarımı Sami Efendi'ye teslim edin" diye... Cenaze namazını da Sami Efendi kıldırmıştır.

Mısır'a gittiğimiz zaman Mustafa Sabri Efendi, Zahidü'l-Kevseri, İhsan Efendi hayattaydılar. Rabbimiz nasib etti, İstanbul'daki güzel bir muhitten Mısır'daki güzel bir muhite intikal ettirdi. Ezher'in lisesini okuduktan sonra Şeriat Fakültesi'ni bitirdim. Sonra kadılık mastırının bir senesini okuduktan sonra Abdunnasır'ın zulmüyle bırakmak zorunda kaldık. Gittiğimiz zaman Bağdat Oteli'nin 7-8. katlarını Kral Faruk bizlere tahsis etmişti. Abdünnasır gelince çıkartıldık. Biraderim Osman da Mısır'da yanımdaydı. Sonra Süleyman Demirel'in ısrarı ile siyasete atıldı milletvekili filan oldu ama yazık oldu. Şimdi vefat etti. Allah öbür tarafta yardımcısı olsun.

Mısır'da sizin yetişmenize katkısı olan hoca efendilerden bahsetseniz...

Zahidü'l-Kevseri hocamızın izniyle Cuma günleri gider kendisinden ders okurdum. Vefatından 20 gün evvel bana icazet verdi ki benim için Ezher diplomasından daha kıymetlidir. Çünkü Zahidü'l-Kevseri Fatih silsile-yi ilmiyyesine müntesiptir. Düzceli'dir ve Fatih dersiâmlarındandır. Mustafa Sabri Efendi'nin meclislerinden de ilimlerinden de istifade ettik.

Mısır'da 9 sene kaldık. Yaşadığımız bir "İlim hicreti" idi. Bu müddet zarfında İstanbul'a hiç gelmedik. Çünkü gelseydik dönemeyecektik.

Şeriat Fakültesi'ne başladığım 1954 yılında Mısır'a gittikten 4 yıl sonra İstanbul'dan bir mektup aldım. Ali Haydar Efendi'nin huzurunda ittifak ile Yekta Efendi'nin kerimesini bize Ali Haydar Efendi'nin torununu da biraderim Osman'a uygun görmüşler. Şahsen bu mektuba üzüldüm, çünkü ilmi yönden önümde daha kat edeceğim uzun bir mesafe vardı. Niye önümüze bunu çıkarttılar diye bir müddet cevap bile veremedim.

Orada geçiminizi nasıl temin ediyordunuz efendim?

İlk gittiğimiz zaman oradaki Türk vakıflarının tahsis ettiği burslar ile ihtiyacımızı karşılıyorduk. Ecdadımızın hayır eli orada da imdadımıza yetişmişti. Sonra General Abdünnasır bütün vakıfları kaldırdı, bizlere çok cüzî burslar bağladı ama onunla da geçinme imkânı yoktu. Mısır'a ailemizden para gelmesi de çok uzun zaman alıyordu. Bir hayli sıkıntılar çekildi. Oradaki unutmadığım tatlı hatıralarımızdan birisi de; yokluk sebebiyle sık sık oruç tutmak mecburiyetinde kalışımızdır. Ama hamd ü senalar olsun ki bir defa bile tahsilimi yarıda bırakmayı düşünmedim. Allah Teâlâ bir azimet lütfetti.

İstanbul'a geldikten bir müddet sonra düğünümüz oldu. Düğünümüzde çok muhterem zevât mevcuttu. Ömer Nasuhi Bilmen Efendi, Hulefa-i Esadiyye'den Sarıyerli Hacı Nuri ve Muhyiddin Efendiler, Topbaş ailesi varlardı. Şu anda Fatih meydanındaki Fatih heykelinin olduğu yerde kayınpederimin büyük bir evi vardı. Düğün oranın bahçesinde yapılmıştı.

Ali Yekta Efendi'yi Mısır'a gitmeden önce tanır mıydınız?

Daima Ali Haydar Efendi'ye geldiği için tanırdım. Ali Haydar Efendi Yekta Efendi'ye "sağ gözüm" derdi. Kayınpederim Ali Yekta Efendi İstanbul müftü muaviniydi. Esad Erbili Hazretlerinin icazetli hülefasındandı. Bizim bundan haberimiz olmadığı gibi zevcesinin de haberi yoktu. Bir gün kitaplarını karıştırırken bu icazetini gördüm, kendisine sordum, bana; "O vazifenin sahibi Sami Efendi'dir, icazet o kitabın içinde öylece kalsın" dedi.

Türkiye'ye döndükten 6 gün sonra İsmail Ağa Camii'ndeki Cuma namazının akabinde Ali Rıza Sağman yanıma geldi ve yandaki şahsa "İşte aradığın genç budur, Ezher mezunudur" diyerek bizi anlattı. Meğer İmam Hatip Mektebi'nin bânîsi meşhur Celal Hocası imiş, etrafına "Ben artık Medine'ye gitmek istiyorum, yerime birisini bulun" diyormuş. Bana "Yarın İmam Hatip Mektebine gelebilir misin?" dediler. O zaman Cumartesi günleri de tedrisat vardı. Gidince Celal Hoca kendisine Hasan el Benna'nın damadı Said Ramazan Bey'den gelmiş bir mektup çıkardı ve okumamı istedi. Okuduk, sohbet edip ayrıldık. Ertesi gün Celal Hoca'nın sınıflarını bize verdiler. Bu gönlüme büyük bir teselli oldu. 60 ihtilaline kadar 3 yıl muallimlik yaptık. Askerliği ikmal ettikten sonra bizi Ankara Evkaf Müdürlüğü'nde bir imtihana tabi tuttular. Arapça ve Osmanlıcayı rahat okuyacak kimseye ihtiyaçları varmış, herhalde nerede ne var tespit edip daha çabuk yok etmek için. Birkaç saat içerisinde Evkaf Müdürlüğü'ne tayinimizi çıkarttılar. Fakat ben burada çalışmaktan müteessir olmaya başladım. O kadar ağırıma gidiyordu ki ağlıyordum. Babam bizi karanlık gecelerde Kur'ân-ı Kerim okuttu, şu kadar senedir gurbetlerde tahsil yaptım ki hepsi dine hizmet etmem içindi. Şimdi bu mahzenlerde haramilere malzeme hazırlamak için mi çalışacağım şeklinde düşüncelerle mustarip oluyordum.

Hacı Bayram Camii'nde bir öğle namazında Mehmet Akif Aydın Bey'in babası hemşehrimiz Bedreddin beylerle karşılaştık. Bana "Biz hacca gidiyoruz hadi seni de götürelim" dediler. Birden kararımı verdim hacca gidecektim, işimi de bırakacaktım. Muameleleri başlattık. Diyanetteki arkadaşlar bana "Biz Müşavere Kurulunda 500 lira maaşla çalışıyoruz sen 900 lira alıyorsun" tarzındaki sözlerle beni vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Bu minval üzere belki bir saat mücadele ettik. Sonunda içlerinden söze karışmayan birisi dedi ki "Arkadaşlar hac kapısı bir tanedir rızk kapısı bin tanedir, kardeşimiz gönlünü hacca hazırlamış, bırakınız." Bu söz bana o kadar tatlı geldi ki, Evkaf'taki işi öylece bırakıp yola çıktık. Yol boyunca, Medine-i Münevvere'de, Mekke-i Mükerreme'de, Arafat'ta hep dilimde şu dua vardı; "Ya Rabbi, hükümet tasallutundan uzak ulûmu şer'iyyeye hizmet etmek kapısını bana fetheyle!" Elhamdülillah o hac başka bir hac oldu. Döndükten hemen sonra İlim Yayma Cemiyeti'nin Yüksek İslâm Enstitüsü talebeleri için ilk defa açtıkları yaz kursunda Ahmed Davudoğlu Hocayla birlikte tedrise başladık. Sonra İlim Yayma Cemiyeti'nde İsmail Niyazi Bey (Numan Kurtulmuş'un babası) bana bu tedrisi devamlı yapmamı teklif etti. Ve o günden bugüne kadar hayatım ilim tedrisi ile geçti elhamdülillah. Allah Teâlâ o yönden kapımızı açtı. Fatih medreseleri ulumu diniyye merkeziydi. Fatih'e kadar dayanan köklü bir geleneği vardı. Biz o derin âlimlerin güzel insanların sonuncularına yetişebildik. Şimdi o hocalarımın vazifelerini uhdeme tayin edilmiş birisi olarak görüyorum. Yalnız başına olsam da ilim halkasını kurup tedrise devam ediyorum.