Yayın Tarihi:
13 Ekim 2018 Cumartesi 00:00:00
Trafik Kültürü
Yeni bir ülkeye ya da şehre gittiğinizde o yerin toplumsal yapısına ait hiçbir fikriniz yoksa, trafiğin akışını izleyin. Araçların arasındaki mesafelere bakın, sürücülerin bir birleri olan ilişkilerine bakın. Sonra trafiğin sesine kulak kabartın. Fren sesleri, korna sesleri, egzoz sesleri… İşte tüm bunlar, içine yeni dahil olduğunuz toplumdaki bireylerin birbirleri ile nasıl iletişim kurduğunu size en güzel şekliyle gösterecek donelerdir. O toplum içerisindeki insanlar yasalara saygılı mı, hoşgörülü mü, empati yeteneği gelişmiş mi, yardım sever mi, öfkeli mi… Hepsini ama hepsini eğer trafiği dikkatle izlerseniz anlarsınız.
Yurt dışına ilk kez çıkanların çoğu, dışarıdan gelenlerden dinledikleri ve bizler için “şehir efsanesi” olarak kabul edilen bir durumu test ederler. “Trafik ışığı olmayan bir yerde yaya yola çıkarsa arabalar durup yol veriyormuş.” Her gün karşıdan karşıya geçmek için trafik ışıklarında, yaya kaldırımlarında dahi değme akrobatlara taş çıkaran beceriler sergileyen yayalar olarak bizler, ilk gelen aracın önüne temkinli bir adım atarız. İşte o andan itibaren efsanenin gerçek olduğunu görmek yüzümüzde tatlı bir tebessüm oluşturur. Hatta bu duruma inanamayıp tekrarlayanların sayısı hiç de az değildir. Durum her seferinde aynıdır. Bu durum bizleri ziyadesiyle memnun eder. Ülkemize döndüğümüzde tıpkı bize anlatanlar gibi biz de başkalarına anlatmaya başlarız.Evet anlatırız ama iş uygulamaya geldiğinde yani o direksiyona biz geçtiğimizde yayalara yol vermeyi, o direksiyonun dışında bizlerin de birer yaya olduğumuz gerçeğini unutuveririz.
Kaza haberlerini dinlerken bir ayrıntı hep dikkatimi çekmiştir. Kaza yapan araç tanımlanırken; aracı kullanan ya da aracın şoförü gibi ibareler kullanılmaz. Şu kişinin yönetimindeki şu plakalı araç diye tanımlanır; direksiyondaki kişi yöneticidir. İş yerindeki yöneticiyi eleştiren, tuttuğu takımın yöneticisi olsa çok daha iyi bir takım kuracağını söyleyen, siyasi ve idari yöneticilere kusur bulan ve hayatının her alanında yönetilen olanların, ülkemizde kendilerini yönetici olarak hissettikleri yerdir direksiyon başı. O andan itibaren başkalarında eleştirdikleri her türlü olumsuz tavrı kendilerinde hak olarak görmeye başlarlar. Direksiyon başındayken kendisinin en iyi yönetici olduğunu düşünerek araç kullananlar kendilerinin hatasız, diğerlerininse hep hatalı olduğunu düşünür.
Kırmızı ışıkta durmak yerine geçmeyi kendisine bir ayrıcalık olarak görüp kabul eder. Bunu önündeki araç yaptığı zaman ise, yasalara uymayan birini tespit etmiş ve kendi hakkı yenmiş biri olarak öfkeye kapılır. Oluşabilecek her türlü tehlikeyi bertaraf edeceğini düşünen direksiyon başındakiler, kendi yarattıkları tehlikeleri ise farkında değildirler. Onların bu durumlarını yakalayıp ceza kesmeye kalkan devletin görevlilerine ise her zaman sunacakları bir bahaneleri vardır. Yaptıkları hatanın karşılığı olarak ceza ödediklerini düşünmek yerine, onca aracın arasında neden sadece kendilerine bu muamelenin yapıldığını sorgularlar. Aynı sürücüler ne ilginçtir ki herhangi bir trafik çevirmesi ya da radar gördüklerinde karşı yönden gelen araçları selektör ile uyararak ceza yemelerini önlemeyi de kedilerine görev bilirler. Trafikteki bu durumumuz aslında toplumda birbirimiz ile kurduğumuz ilişkilerin aynadaki yansıması gibidir.
Ne zaman emniyet kemeri takmayı, kırmızı ışıkta durmayı ceza ödememek için değil de kendimizin ve etrafımızdakilerin can güvenliği için uygulamamız gerektiğini toplumca benimsersek işte o zaman birçok sorunu geride bırakmışız demektir. Bu sebepledir ki gelecek nesiller için uygulamaya koyulan “kırmızı düdük” uygulaması sadece trafik bilincine değil, toplumsal ilişkilere de katkı sağlayacak önemli bir projedir. Projenin daha geniş kitlelerle birlikte uzun soluklu olması dileğiyle herkese kazasız belasız günler dilerim.